Yüzde Yüz Barış

baris

Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin barış anlayışları ile, gerçek barışı özleyenlerin anlayışları arasında bir fark olmalı.

Yazık ki yine iletişimin kurbanı oluyoruz. İktidar mücadeleleri ve çıkar hesapları yüzünden ülkeyi hoyratça itip kakanlar ile, gerçek barışı özleyenlerin kendilerini ifade yöntemi aynı dil olduğu müddetçe, biz iki tarafın da kullandığı barış sözcüğünün anlamlarını aynı sanıyoruz. Fakat değil; bunlar hiç aynı şeyler değil.

İşin daha da vahim yanı, bu dil sorununun pratik yaşamda iyice derinlere kök salması… Bir yerde şiddetin volkanı patlayınca, o volkanın çevreye yaydığı kızgın lavlar, önüne çıkan herkesi (o kişinin ne düşündüğüne hiç bakmadan) aynı yere doğru sürükler. Zorbalar ya da barışçılar, ülkelerini içtenlikle sevip barışı korumaya çalışanlar ya da o ülkeden çıkar umanlar, çıkarcı efendilere yanaşanlar ya da o yanaşmaları eleştirenler…

Artık tümü, o lavın içinde yanıp kavrulmaya başlar ve giderek yanmış bedenleri birbirlerinden ayırabilmek olanaksız hale gelir. Bedenlerin birbirine karışmaya başladığı an, barış hakkında niyetlerin de birbirine karışmaya başladığı andır ki, işte bu noktada barış sözcüğünün ne anlattığı tam bir muammaya dönüşür. Bu yüzden ülkeleri için gerçekten barış isteyenlerin, kendi aralarında anlamsız yere birbirleriyle çatıştıkları bile olabilir. O halde burada yapılması gereken, kullanılıp duran bu barış sözcüğünün derinindeki değeri soğukkanlılıkla yeniden tanımlamak ve kandan arındırmaktır.

Biz, bu sergide barıştan söz ediyoruz; barışmaktan değil… Daha açık bir söyleyişle, bir savaşın bitmesini istiyoruz; küskünlerin barışmasını değil… Çünkü birbirlerine küskün olanlar yok burada; ama dışarıda bir savaş var.

Ve o savaşın nedeninin basit bir küskünlüğe bağlı olmadığını biliyoruz. Savaşın ilk nedeni her ne olursa olsun, kim haklı olursa olsun, şu anda bunların düşünülmesinin ve tartışılmasının anlamsız olduğunu da biliyoruz.

Savaşın nedenlerini düşünmüyoruz ve tartışmıyoruz; yalnızca bugüne kadar on binlerce kişinin öldüğü bu savaşın bitirilmesini istiyoruz.
Biz, bu savaştaki hasımlarız. Biz, karşılıklı savaşanların bir yanında yer alıyoruz. Biz, bu savaştaki düşmanlarız; öyle sayılıyor ve buna zorunlu bırakılıyoruz.

Oysa bu durumu biz hazırlamadık, asla birbirimize küskün ya da düşman olmadık. Bunun en güçlü kanıtı bu sergidir işte… Biz, burada “barış isteyenler” olarak bir aradayız. Savaşın çıkmasına neden olmayanlar olarak, on binlerce insanın ölümüne neden olmayanlar olarak, fakat bir yandan da kendilerini birbirlerine hasım bulanlar ve bunu engelleyemeyenler olarak… Burada bir aradayız.

Biz, bu sergideki hasımlar; bundan sonra ne ölmek ne de öldürmek istiyoruz.

Ve biz, bu sergide yer alanlar; hasım olarak birbirimizi değil, bu savaşın devam etmesinden yana olanları görüyoruz.

Daha da önemlisi, savaşın devam etmesinden çıkar sağlayanların, barış sözcüğünü tahrif etmesinden de büyük rahatsızlık duyuyoruz.

Kesinlikle sorunların üzerini örtmek gibi bir amacımız yok. Ama bu savaşın başlangıç nedenlerini, haklıyı ya da haksızı, bundan sonra yapılması gerekenleri, o gerekenler üzerine doğacak düşünceleri ve tartışmaları, barışçı bir ortamda ve savaştan çıkar gözetenlerden farklı bir yerde durarak çözümlemek istiyoruz.

Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin kullandığı barış sözcüğü ile, bizim kullandığımız barış kavramını birbirinden ayırabilmek amacıyla da, estetik diline müracaat ediyoruz.

Sonuçta biz, silahlardan ve kandan arınma anlamında, gerçek barışı isteyenleriz.

Emre Zeytinoğlu

Katılımcı listesi:

Sureyya ACAR
Aşkın ADAN
Zeycan ALKIŞ
Veysi ALTAY
Selda ASAL
Seyhan ATAMER
Seçkin AYDIN
Mehmet ÇEPER
Fulya ÇETİN
Kadir ÇITAK
Nazım Hikmet Richard DİKBAŞ
Artin DEMİRCİ
Bülent FİDAN
Hakan GÜREL
Buket GÜRELİ
Memet GÜRELİ
Hakan GÜRSOYTRAK
Taner GÜVEN
Ümit İNATÇI
Ekrem Sami KIZILTAN
Şerif KİNO
Temür KÖRAN
Gamze OLGUN
Gülizar ÖNEN
İrfan ÖNÜRMEN
Eyüp ÖZ
Şefik ÖZCAN
Ender ÖZKAHRAMAN
Anti-Pop
Semih POROY
Menekşe SAMANCI
Yonca SARAÇOĞLU
Ani SETYAN
Kemal SEYHAN
Barış SEYİTVAN
Sinan ŞANLIER
Esat TEKAND
Orhan TAYLAN
Metin ÜSTÜNDAĞ
Cemil Cahit YAVUZ
Nalan YIRTMAÇ
Mehtap YÜCEL
Turgut YÜKSEL
Emre ZEYTİNOĞLU

Bakakalırım – Buket Güreli

bakakalirim

“Zenginlik ve yoksulluk coğrafya üzerinde nasıl dağılır? Bir kente ilk gelenleri “efendi”, en son gelenleri “parya” yapan nedir?” David Harvey
Kentsellikle ilgili kapitalist ve sosyalist formülasyonların eleştirel bir incelemesini yapan David Harvey, bir anlamda tarihsel maddeciliğin mekân çalışmalarına uygulanmasının ilk örneğini vermiş, sosyal adaletsizliğin mekân üzerindeki bölünme ve farklılaşmalarla nasıl örtüştüğünü göstermiştir.

Sosyal adalet ve Şehir adlı kitabınd, kapitalizmin popüler bilinçte genellikle bir “köşe dönücülük” olarak görüldüğünü; kapitalizmin gelişimine coğrafya üzerinde de bakılabileceğini, bakılması gerektiğini, kapitalizmin aynı zamanda mekân üzerinde oynanan bir “köşe kapmaca” olduğunu söyler ve kanıtlar.

“Teoriyi ve siyaseti mekânla ilişkilendirmek aynı zamanda insanla ilişkilendirmek anlamını taşır. Kişisel yaşam deneyimleri ile toplumsal yaşamın ve bütün bunların içinde yer aldığı mekânın düzenlenişi, kullanım biçimleri, mekânın örgütlenişi ciddi siyasal uzanımlara sahiptir. Özel ve kamusal yaşamın örgütlendiği mekân hem somut yerel, coğrafi özellikler taşır, hem de simgesel anlamlar yüklüdür. Kapitalizmde bütün bunlar piyasa mekanizmalarının elinde insanları pasif izleyiciler, özgürlük sahibi olmayan tüketiciler ve araçlara dönüştürür, yabancılaştırır.”
Günümüzde dünyanın bütün kentlerinde kentsel dönüşüm, “soylulaştırma” projeleri kapitalizmin dönemsel gücüyle, yerel kültürel dokuyla, siyasal mücadelelerle bağlantılı olarak çeşitli hız ve yoğunlukta yaşanıyor. Bundan her dönemin gözdesi İstanbul ve Beyoğlu da en büyük payı alıyor hiç kuşkusuz. Geçmişte azınlıkların kendi kültürleriyle oluşturdukları ve yaşadıkları Pera, malum nedenlerle zamanla değişime uğrayıp yerini yoksul Anadolu insanlarına (mecburen) bıraktıktan sonra, uzun bir dönem kentin yaramaz, kirli ve problemli sokak çocuğu olarak görmezlikten gelindi. Dışardan bakanların korktuğu ürktüğü, içerde olanların çok renkli, çok farklı yanlarını keşfettiği bu çocuğa artık çok “trend” olduğu üzere sistem “çeki düzen” vermek istiyor. Yine mecburen ve zorla… Bu kez son gelenler David Harvey’in bahsettiği anlamda paryalar değil, “Neo Global” sistemin gönüllü paryaları. Onlar, şimdi bölgenin yüzlerce yıllık tarihini ve birçok farklı kültürünün izlerini silerek, bir kenara atarak yepyeni, tertemiz bir “Şanzelize” yaratmak istiyorlar. Tıpkı yüzlerce yıllık “Cezayir Sokağı”ndan “Fransız Sokağı” yaratmaları gibi…Biz de bu dayatmalara, tıpkı televizyon ya da bilgisayar ekranında cereyan ediyormuşcasına bakakalmaktan öteye geçemiyoruz.
Bu sergide, ömrünün yarısını bilerek ve tercih ederek Beyoğlu’nda yaşamış, olumlu olumsuz tüm sürece tanıklık etmiş bir birey olarak, kendi semtimin bu son varoluş hallerini kendi bakışım ve kendi ifade biçimimle yansıtmak istedim. Burada üst üste biriken çok farklı kültürleri, kirli yüzeyler altındaki gerçek renkleri, çamaşırları, çöpleri, kedileri… Yine üst üste katmanlar oluşturarak dramatik kurgu denemeleri yaparak … Tabii ki eski Pera, Beyoğlu her zaman var olacak, ancak daha “soylu”, daha “elit”, daha “temiz” yeni sahipleriyle…

O halde bizim gibilere de

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç”, şarkısını mırıldanarak yavaş yavaş yol almak düşecek…

Bugün değilse de Yarın